8 Şubat 2013 Cuma

YOSUN CÜCELER VE TANRI


Kahve bardağınızda artık bir evren oluşmuştur herhalde.  Olmadı atarsınız o bardağı, kaynar su tertemiz yapar ama acımasızca geldiyse  çöpe atın ve bundan yüzlerce yıl sonra biz niye yaşıyoruz, hayat ne? Ölüm ne? Nereden geldik? Gibi manyak manyak sorularla hayatı kendine zehir eden milyonlarca insanınız olsun, güçlü olanlar güçsüzlere zulmetsin, zenginler fakirleri ezip ezip daha da zengin olsun, insanlar nereden ve niye geldiklerini bile bilmezken savaşıp birbirlerini bir hiç için öldürsün, üzerine doğdukları kahve bardağı küfünü kurutup yok etsin isterseniz tabii.

Siz bilirsiniz.

En temizi kaynar su. Bizi unutmuşlar. İyi mi olmuş kötü mü bilmiyorum.

Almanya’da yaşadığım  zamanlarda, haftasonları anneannemde kalırdım. Beni operaya ve baleye  gizlice sokmadığı günlerde, ormana ya da parka gezmeye giderdik.  Anneannemin hayalgücü bana ondan kalan en güçlü özelliktir. 60 yaşında, savaşlar, yokluklar, göçler görmüş bir kadının ormanda ağaçların köklerinde ki yosunlarda yaşayan yosun cüceleri bana anlatışını asla unutamam. Onlara inanırdım. Olmama ihtimalleri yoktu çünkü. Hayal gücünün izin verdiği herşeye inanır insan ve insanın hayal gücü kendiyle sınırlıdır. Nasıl bakarsınız dünyaya, hayata, o kadarını görürsünüz.

Bazı insanlar dümdüz bakarlar,at gibi,  sadece karşıya ve sadece karşıdakini görürler.  Sık sık anlatılıp bilinçaltlarına yazılana inanırlar.  O insanlara o bildiklerinin dışında en ufak bir şey söylediğinde deliymişsin gibi bakarlar sana, gülerler hatta aşağılarlar.  Oysa biraz sağa çevirseler kafalarını onlar da dünyanın yuvarlak olduğunu görebilirler örneğin.

Bazı insanlar 360 derece bakarlar, baykuş gibi... Onlar işte kafalarını çevirmeye cesaret edenlerdir. Hayal gücü olanlar, inananlar.  O yüzden tam burada bir ikileme giriyorum şahsen. Bence tanrıya ve dine körü körüne inananlar hayal gücü olmayan ve aslında inancı olmayan insanlardır.

Çünkü din ve tanrı kavramı insanı hem gelişim açısından hem de keşif açısından baltalar!

İşte tam bu yüzden tüm bilim dallarının ilerlemesini sağlayanlar tanrıdan şüphe edenlerdir.

Onlar işi tanrıya bırakmayacak kadar şüpheci yaklaştıklarından, bugün çocuklar,  çocuk felci ya da verem gibi tedavisi bulunmuş hastalıkardan ölmüyorlar.  Biz bu yüzden uçağa binip, normalde 15 gün sürecek bir yolculuğu 5 saatte tamamlıyoruz. Bu yüzden şu anda iphonunun ekranında parmağını aşağıya sürükleye sürükleye okuyabiliyorsun yazdıklarımı.

Ne oldu? Biz kaynar suyla yıkanmadık, kaldık, olduk, büyüdük ve vardık....

Şimdi buradayız ve bizi yok oluşumuza sürüklememiş bir tanrının varlığını sorguluyoruz.  Hem de kendi varlığımızdan bile emin değilken!

Uyanık değiliz! Hayatta da değiliz! Biz kaderini yaşarken doğru kararları alıp almayacağı test edilen ve cennette hurilerin beklediği üstün bir yaratılış değiliz! Biz sudan olma, tek hücreli canlıdan bölünme, maymundan dönme ve nasıl bu hale geldiği belirsiz bir canlıyız. Nereye gideceğimiz de belli değil bu bağlamda.  Çok daha üstün bir bilinç düzeyine erişmek üzere evrimimizi tamamlayabilir ve konuşmadan anlaşmanın,  üzerinde yaşadığını gezegene saygımızı geri kazanıp onu yaşatmanın ve verdiğimiz zarardan döndürüp iyileştirmenin ve barış, sevgi, hoşgörü içerisinde hırstan, nefretten, egodan uzak yaşamanın bir yolunu bulabiliriz.  Ya da bir sonraki kaynar su darbesiyle evrenden silinebiliriz.  İşte tüm bu kaosun içinde bizi büyüleyen o inanılmaz düzen kafamızı karıştıran şeyin ta kendisi.  Sudan yanlışlıklar ve tesadüfler sonucu oluşan bir hayatı şimdi en başa kadar araştırmak ve anlamak için yanıp tutuşuyoruz.  Zamanında, kuantum teorisi henüz tam anlamıyla oluşmamışken Einstein tanrının zar atmış olduğuna asla inanmam demişti. Sonra izafiyetti, E=mc2’di derken Einstein konuyla ilgili söylemini şöyle değiştirdi: Tanrı zar atmış, hem de gözü kapalı!

Einstein ve onun gibi bu bir adım ötedeki bilimlerle uğraşan bilim adamlarının en büyük sorunu daha önce öğrenip kabul ettikleri ve değişmez fiziksel yasalar olarak adları kadar emin oldukları herşeyin yıkılmasına bizzat kendilerinin sebep olmasıydı.  Onların bazı değişiklikleri yapabilmek için o kanunların üzerine oturduğu temelleri yıkmaları gerekiyordu ki bu bu kadar bilgili ve ileri görüşlü bilim adamları için bile zordu. Einstein zamanın izafiyetini anlatırken onu o zamanlar anlayan çok az kişi olduğundan eminim. Şu anda da zamanın göreceli olduğunu birine anlatmaya çalışın bakalım ne oluyor? Einstein dememiştir onu ya atom bombasını buldu adam derler size. Tıpkı zamanın herkes için aynı olduğu yanılsaması gibi yanlış bilinen bir başka gerçek. Einstein atom bombasını icat etmedi. Uzun hikaye o kısmı bi ara anlatırım, fringe seyredenler bilir zaten.  Bazı şeyleri kurcalanmaması gerekir... mi aceba???

O ağaçları köklerinde oluşan yosunlara dikkatlice bakın bir gün ya da kaldırım kenarlarında da olur. 2 dakika ayırın, hayatın yalancı koşuşturmasından kafanızı uzaklaştırın bir kaç saniye ve o yosunlara bakın. O yosunların ulu ormanları olduğu minicik bir ırk hayal edin! Fotoğraf koyuyorum doğaya uzak kalanlar için.
Onların var olmadığını bana ispat edin!
Ben de size tanrının var olmadığını ispat edeyim! 
 

1 Şubat 2013 Cuma

BIGBANG - BÜYÜK PATLAMA

Tamam kabul ediyorum, giriş çok hızlı, ani ve karmaşık oldu.
Geriden başlamak gerek hatta bayağı geriden, hatta en baştan!


Not: Şu andan itibaren, düşündüklerimi, fikirlerimi, teorilerimi ve okuduklarımdan birleştirdiklerimi, sanki benim uzmanlık alanımmış gibi kendimden emin ve hatta görmüş şahit olmuş gibi yazacağım.
Aksi sıkıcı olur diye düşündüm. Ve lütfen kimse o böyle olmadı şu şöyle oldu demesin! Ben Adem topraktan Havva onun kaburgasından yaratıldı diyenlere hiç sesimi çıkarmıyorum çünkü!

Evrenin oluşumu!

Ben oradaydım.  Bir gaz tozu zerreciğiydim. Oradan biliyorum.
Hiç unutmam bir gün...

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellaliken pireler berberiken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallariken...

Önce boşluk vardı.
Boşluk sıkıştı.
Gaz yaptı.
Gaz sıkıştı........... Veeeee gaz sıkışınca ne olur?

Patlar...
Patlamadan sonra evren oluştu aslında kendince.
Tabii bir toplu iğne ucu kadardı o zamanlar tüm evren.
Büyüme başladı. Uyusun da büyüsün...

Yavaş, yavaş... Milyonlarca yıl boyunca büyüdü büyüdü..
Sonra bir gün bizim milyonlarca yıl sonra Güneş ismini koyacağımız bir yıldızın çekim gücüne kapılan parçalar etrafında bir grup oluşturdu ve dönmeye başladı. Bu onlar için bir oyun olabilirdi ama bizim için ne kadar önemli olduğunu kimse tahmin edemezdi.
O sıralarda kimseler yoktu zaten.

Bu parçalar, çekim gücüne kapıldıkları çekici yıldızın etrafında dönerdursunlar, onlardan bir tanesi, ki kimse onun ne kadar sivrileceğini de tahmin edemezdi, ki hala kimse yoktu, farklıydı diğerlerinden...

Yıldıza uzaklığı mıdır, yakınlığı mıdır, duruşu mudur, suyundan mıdır, havasından mıdır, ki onlar da daha yoktu, etrafında oluşan çeşitli katmanların, onlara da atmos, stratos, portos dedik biz, yardımıyla bir havalandı sanki.  Hava olan yerde su da oluştu tabii. Şartlar uygundu oldu!  Bir kahve fincanını birkaç gün, içinde az biraz kahveyle nemli sıcak bir yerdeler bırakın bakalım ne oluyor.




Ekte de görüleceği üzere denek kahve bardağımızın için bir evren oluşur! Yıldız, gezegenler, gezegenlerin üzerinde ormanlar, denizler hava katmanları vs. Elbette üzerlerinde yaşayan çeşitli canlılar. Küçük kahve bardağı evrenlerinde 1 gün milyonlarca yıl demektir ki onlarca milyonlarca yıl geçince orada yaşanan hayatı dikkatli olursanız görmekle kalmazsınız duyarsınız da. Ve siz de acımasız bir tanrı gibi, mekanınızı işgal eden bu istilacıları ve tüm evrenlerini bir kaynar su ve deterjan darbesiyle  yok edersiniz.

Tam burada bu fikri biraz sindirmenizi istiyorum. Deneyi uygulayın, üşenmeyin gülmeyin bekleyin, 3-4 gün. Evrenler sabır ister! Bakın haftaya bardaktaki evrene ve hayalini kurun. Göremeyeceğiniz kadar küçük insancıklar yapmak istediklerinin bu olduğuna inandırıldıklarından, üniversiteye, askere, işe giderek küçücük minicik hayatlarını geçiredururken siz bakarmış gibi yapın onlara.

Bizim de birinin kahve bardağında ki küf olma ihtimalimizi değil de, aynen öyle olduğumuzu hayal edin. Ve her an bardağın varlığını hatırlayacak olduğunu.... Görmediğimiz sahibimizin....


29 Ocak 2013 Salı

BEKLENTİSİZ HAREKET ET!

Demiş LAO TZU. 

Ne mi demek istemiş.

Tam da bu işte!

Beklentisiz hareket et!

Bunun aslında ne kadar özgürleştirici bir eylem olduğunu anlamak bazıları için zor olabilir.

Özellikle her söylediği, her yaptığı bir çıkar güden, insanlardan ne alabilirim, ne koparabilirim diye gözleri fıldır fıldır dönen ve bir iyilik yaparken bile karşılık ya da takdir ya da tepki bekleyen insanların anlaması zor değil, neredeyse imkansız olabilir.

Bugün denemek için bir hareket yapın! Tamamen karşılık beklemeyen, tamamen beklentisiz bir hareket! 

Bir sokak kedisine yemek verdiğinizde size sevgiyle bakmasını beklemeyin bu akşam! Sadece ona yemek verin! Aç olduğu ve sizde de yemek olduğu için. Ya da onun için bile değil.
Sadece yemeği verin ve arkanıza bakmadan yürüyün.

Bu sizi özgür kılacak ilk adımdır.
Bu sizi sadece siz yapacak ve başkalarına olan bağımlılığınızı sonlandıracak yolun ilk adımıdır.

Sizin beklentisiz yapacağınız bir hareket bir dalga gibi evrende yayılacak ve taa uzaklara kadar gidecek ve asla size geri dönmeyecek!!!!

OLMASI OLASI HERŞEY ŞU ANDA OLUYOR


Kendim söylemedim bu lafı tabii ki.  Olası aslında söylemiş olmam. O da olmuş olmalı bir zaman bir yerde.  Ama şu anda değil.   Belki başka bir anda.  Bizi ilk kuantlara ve evrenin aslında boş olduğu gerçeğine açan filmde duydum bu sözleri. “What the bleep do we know?” Seyrettim ve anladım ki gerçekten de birşey bilmiyormuşuz.   
Her maddenin en küçük parçası aslında quant denen ve bir fikirden ibaret. Bizim madde dediğimiz şeyin özünde madde yok fikir var.  Her maddenin bir dalga boyu var. Ve farklı dalga boylarında ki maddeler birbirleriyle farklı şekillerde etkileşiyorlar.  Bir kitabı masadan kaldırmak için onun dalga boyunda olan elimizi kullanmamız gerekiyor. Zihnimiz farklı bir dalga boyunda olduğundan kitabı hareket ettiremiyor. Zihnimizi kitapla aynı dalga boyunda çalıştırmayı başardığımızda elimizi kullanmamıza gerek kalmayacak.  Ama tabii bu bizi tembelleştirir biraz diye düşünüyorum.  Hiç hareket etmeden bütün eylemleri zihniyle yapan bir kişinin sporu da zihniyle yapması gerekecek.  Şaka bir yana, benim okuduklarımdan, dinlediklerimde, yaşadıklarımda ve gördüklerimden çıkardığım budur:  Biz birşeye bakarken onun ne olduğunu düşünüyosak o odur. O olduğu için odur ve biz öyle gördüğümüz için odur. Örneğin cam bir kavanozu su bardağı olarak görüp öyle kullanmak demek okavanozu vardak haline getirmiş olmak demek. Yok vazo olarak kullanırsanız vazo olmuş olur.  Bu kavanozu nasıl görürseniz o olur.  Elbette o kadar basit değil, cam bir kavanozu ham maddesi olan kum olarak görüp onu da Mauritius Adasının kumu olarak görmek ve biraz da tuzlu suyla adaya gidivermek de mümkün olabilir bu durumda... Aslında mümkün de.... Başka bir konu o....

Herşey olası ya... Bence durum şu, hayatımızda bilinçli olarak ilk karar verdiğimiz andan beri, hatırlamamaız gerekmez, bilerek olması yeterli,  her seçim yaptığımızda seçmediklerimiz dahil ortaya çıkan bütün olasılıklar sonucunda  varlığımızı dallara ayrılarak devam etti. 
Markete gitmeye karar verdiniz.  Süt, un ve kabak alacaksınız. Yağmur var.
Gitmeli mi gitmemeli mi?
Yağmurluk mu şemsiye mi?
Para mı kart mı?
Şimdi mi sonra mı?
Tüm bu seçimler iki seçeneğin de varlığını oluşturuyor.
Gidiyorsun, gitmiyorsun.
Yağmurluğunu giyiyorsun, şemsiyeni alıyorsun.
Bunlar ufak tefek olaylar.  Bütün olasılıklar dallara ayrıla ayırla ilerliyor, ancak işin püf noktası, aynı sonuca ulaşan olasılıkları tamamı o sonuçta birleşip yine ana kolda kalıyor.
Buraya bunu anlatan bir çizim koymak istiyorum. Tam burada gözünüzde canlanan saçları darmadağın, gözlükleri burnunun üstünde pek kendinden emin durmayan, elinde ince bir sopa üzerinde kareli bir ceketle size dünyanın en saçma şeyini anlatan bir karakter olarak kafanıza yerleştim mi biraz? Evet delice ama durun. Bazen delice dahicedir.


Bu saçma sapan çizimde (kesinlikle delice) de gayet net görüldüğü gibi, bütün dallar bizi gene eve götürüyor ikisi hariç.
Birinde, para yerine kartı alınca, büyük marketten daha detaylı alışveriş yapmaya karar verip, arkadaşlarımla karşılaştım ve planlarım değişti. Eve gitmek yerine onlarla beraber bir restauranta yemeğe gitmeye karar verdim. Tamam giyinmek süslenmek için eve uğradım elbette, aldıklarımı da bıraktım ama işlerin gidişatı değişti. O gece evde yemek yemedim, üst komşum ona ödünç verdiğim elbise geri getirmek için kapıyı çaldı, beni bulamadı.  Ben uzun süredir görmediğim arkadaşlarımla güzel bir sohbet ve yemek sonrasında geç saatte eve döndüm. Bu arkadaşlarımla daha sık görüşmeye karar verdim. Bu karar anında da dallar oluştu. Bu arada komşum günler sonra bana elbiseyi getirmek için kapımı çaldığında eve giren hırsız tarafından boğulmak üzereydim ki sesimi duydu, polisi aradı ve kurtuldum. 
Küçük marketin yanında ki sayısalcıda sayısal oynayıp, gaza gelip 4 haftalık para verince, paramın bitip cebimde beni 3 hafta sonra trilyarder yapacak olan biletle sütsüz unsuz kabaksız eve dönüşümün sonuçlarını hiç saymıyorum bile şu anda.
Ama benim bildiğim hayat küçük marketten sütümü unumu kabağımı alıp eve gelip, mücver yapıp, erkek arkadaşımla mücver yiyip muhteşem yüzyıl seyrettiğim versiyon... Çay da demleriz.
Yaptığım önemsiz seçimlerim benim hayatımda hiç bir değişiklik yapmazken oluşturduğu olasılıklarda yani paralel evrenlerde değişim üzerine değişime sebebiyet vermiş ve biri hırsız tarafından öldürülmekten son anda kurtarılan biri de çıkan trilyarları harcarken gencecik ölüp giden iki ayrı paralel bana evrende yer açmış oldu.

Tam da burada,  dallanan budaklanan olasılıkların, paralel evrenlerin aslında evrende bir yer kaplamak yerine bir yer açmakla yükümlü olduklarını dile getirmek istiyorum.  Ben zamanın tek bir çizgide ilerleyen bir olgu olduğuna inanmıyorum.  Zaman bizim tanımladığımızın aksine sürekli dallanıp budaklanan, ve kendini bu dalların budakların arasında kaybeden canlı bir varlık.  Herkese farklı görünen, her daim değişen ve duran.  
Ama şu an konumuz zaman değil.  Olaylara tek bir çerçeveden bakmamak gerek, bu yazdıklarımı deli saçması olarak görmemek için.  Aslında bunları deli saçması olarak görebilmeyi ben de isterdim. Çünkü o zaman böyle şeyler düşünerek, bu tür yayınlar kitaplar okuyarak, bu konularla ilgili filmler seyrederek harcadığım zaman kazandığım parayla ufak tefek birikimler yaparak ileride daha rahat nasıl yaşarım gibi daha fani bir konuyu çözüme kavuşturmayı başarabilirdim. Ama yok ben faturalarımım tamamını her ay ödemeyi başarmak yerine kafamı böyle şeylere yormayı ve hatta her seçim yapma noktasında durup olmuş olabilecek bütün olasılıkları düşünmeyi, sonra da gene en başta vereceğim kararı verip hayatıma oradan devam etmeyi tervih ediyorum.
E zaman olmuş bitmişse, olmuş bitmiş birşey de olmuş bitmişse, şu anda yapacağım hiçbirşey olmuş bitmiş birşey etkileyemez değil mi? Yeşil çay koyayım ben...

28 Ocak 2013 Pazartesi

Paralel Evrenler


Bu iddialı başlık sizi yanıltmasın. Elbette paralel evrenler ve kuantum fiziği hakkında bilimsel içerikli bir yazı olmayacak hiç bir zaman.  Ve konu paralel evrenlere gelmeyi başarana dek bambaşka yollardan geçecek. Ama geçilmesi gereken yollardan, benim adıma. Bundan sonra yazdıklarımı ister tek tek birer hikaye gibi okuyabilir, ister birbirine bağlı bölümler olarak devam ederek okuyabiliriniz.

1-      Karabasan – Uyku Felci
Çocukluğumdan beri bu karabasan olayı bana musallat olup durdu.  Annem, kardeşlerim çok iyi bilirler ki ben uyurken garip sesler çıkarmaya çalışıyorsam eğer birileri beni hemen uyandırmalı.  Uyanmaya çalışıp uyanamıyorumdur.  Neden olduğunu hiç bilemedim. Aslında meseleden o kadar korkuyor ve rahatsız oluyordum ki kurcalamak istemedim. 
Durum şuydu; uykumun bir yerinde uyanıyordum. Etrafıma bakarsam gerçekten bulunduğum yeri görüyordum açık ve net olarak. Ancak fazlalıklar oluyordu mutlaka. Bunlar bazen gayet korkutucu nesneler,  varlıklar oluyordu, bazen sadece sıkıntı verici bir varlık hissi, kimi zaman da örümcek ya da bir takım anlamsız görüntüler.  Ama o eklerin dışında ben mekanı ve orada bulunanları görebiliyordum.  Ancak kalkamaya ya da konuşmaya yeltenince iş değişiyordu.  Sesim çıkmıyor, elim kolum hareket etmiyordu.  İşte o anda uyanmadığımı farkediyor ve endişelenmeye başlıyordum.  Bu endişe ve uyanma isteğiyle umutsuzca kendimi uyandırmanın bir yolunu bulmaya çalışıyordum.  Sağıma soluma bakmak yerine uyanmaya çabalıyordum.  Bu defalarca tekrar ediyordu.  Tekrar uyanıyordum, ama yine uyanmadığımı anlıyordum.  Nihayetinde bir süre debelendikten sonra bir şekilde gerçekten uyanmayı başarıyordum.  Tabii bunun üzerine hemen uykuya dalarsam aynı şeyin olacağı hissiyle bir süre uyanık kalmaya çalışıyordum.  Sonra tekrar uykuya dalmadan önce de en büyük korkum kafamın içinden dolanıp geçiyordu.

Zamanla karabasanıma alıştım. Başkalarına da oluyormuş onu öğrendim.  En azından yalnız değildim.  Tabii onlar farklı anlatıyorlardı, üstüme birşey çökmüş gibi hissediyorum diyorlardı.  Sonradan bunun tamamen geleneksel bilgilerden kaynaklı bir anlatım olduğunu farkettim.  Aslında kimsenin üstüne birşey çökmüyordu.

Bu karabasanlar dışında benim de kendimce uykuyla denemelerim oluyordu elbet.  Astral seyahat denemeleri örneğin.  Bir gece uzun süre yaptığım denemelerin ufak bir meyvesini aldım bile hatta.  Uykuya dalmadan önce bilinçli uyanıklık evresine geçmek için kendimi şartladım.  Bu şekilde vücudum uykuya dalacak ancak bilincim uyanık kalacaktı.  O sıralarda okuduklarıma göre bu şekilde astral bedenimi, fiziksel bedenimden ayıracak ve istediğim gibi gezecektim.  Vücudumun uykuya geçtiğini hissetiğimde yavaşça astral bedenimi vücudumdan ayırdım.  Bunu burada böyle her daim yaparmışım gibi anlattığıma bakmayın, benim için de yeni ve kelimelerle anlatılamaz bir histi, ama bunu anlatmak için bulunmuş kelimeler var hazır, onları kullanıyorum.  Yavaşça yükselmeye başladım.  Rüyalarımda sıkça yaşadığım uçmak ile benzer bir histi.  Sadece bu daha gerçek ve daha bilinçliydi.

Bir miktar yükseldikten sonra tam karşımda beyaz bir zemin gördüm, kafamı sola çevirdim ve raflarımın en yüksektekiyle burun buruna geldim, üzerinde uzun süredir aradığım bir kitap vardı. O kitabı görünce, gerçeklik payı beni korkuttu ve hızla yatağıma, dolayısıyla fiziksel bedenime geri düştüm.  O anda rüyada düşme hissini hatırladım.  Ve anladım ki rüya denilen şey uykuda bilinçsiz astral seyahatten başka birşey değil.  Bir kaç dakikalık bir denemede, birden çok rüya durumuna aklımda açıklık getirmiştim.

Yine de karabasanla ilgili aydınlanmam o gün olmadı.  Evet uykuda bilinçsiz bir uyanıklık durumu olduğunu anlayabiliyordum ama bunu sonlandırmanın neden bu kadar zor olduğunu kavrayamıyordum.  Zamanla astral seyahat denemelerim de son buldu, hayatım bu tür spiritüel, metafizik şeylerle ilgilenemeyecek kadar gerçek ve acı bir hal aldı.
Meditasyon yapmak dahi imkansız oldu bir yerden sonra. 
Zaman geçti, karabasanlar geçmedi.
Benim rüyalarla, astral seyahatlerle, paralel evrenler ve kuantum teorisiyle ilgili fikirlerim oluştu, gelişti, değişti.  Önce herşeye ruhani bir dürbünden bakarken ve herşeyin içinde bir tanrı parçası olduğundan eminken, zamanla bu, tanrı parçacığına dönüştü...
Bir zamanlar rahmetli babaannemin yanında onu taklit ederek namaz kılmaya çalışır ve gece yatağımda Allah’a annemlerin çabucak gelmeleri için dua ederken, zamanla reenkarnasyon ve kozmik bilinç gibi kavramlardan baktım dünyaya.  Sonra günün birinde herşey koca bir kara deliğin içine emildi gitti.  Bir sabah uyandığımda ateisttim artık.  O andan itibaren spiritualizm bir tanrı arayışından ziyade kendini tanıma yolculuğuna dönüştü.   
Ancak elbette kendisi yok olmayan ama anlamları ya da açıklamaları değişen şeyler oldu zamanla.  Rüyalara başka tanımlar getirdim. Hatırladığımı hissettiğim ancak olmadığından emin oldum şeyler artık reenkarnasyonla ilgili değildi,  paralel hayatlardan birinden yansıyan görüntülerdi.  Karabasan sırasında gördüğüm şeyler başka bir boyuttan gelen varlıklar değildi de benim paralel boyutları üstü üste gördüğüm o anın sonucuydular. 
Karabasanlarım zamanla azaldı. Ancak bundan bir sene önce birden bire çoğaldılar.  Yaklaşık 1 ay içerisinde 5-6 karabasanla karşı karşıya kalınca, herşeyi araştırmaya pek bayıldığım halde bu konuyu nasıl olup da hiç araştırmadığıma şaşarak derin bir inceleme yaptım.  Ve anlaşıldı ki karabasan denen uyku bozukluğu pek çok kültürde kötü varlıklara, güçlere yansıtılmışken aslında basit bir uyku felci durumuydu.  REM uykusunu yeterince alamayan kişi bir takım dış etkenlerden dolayı zihni uyandığı halde vücudu uyumaya devam etmek istediğinden bu ikilemde kalıyor.  Uyanıklık ve uyku.
Bütün hayatlarımızı ikilemleri içinde geçiren bizler, buna şaşırmamalıyız aslında. Hanginiz şu anda uyanık olduğunuzdan gerçekten emin olabilirsiniz ki? Bazen rüyalarımız öylesinde gerçek ve öylesine kabul edilir oluyorlar ki onun gerçekliğimiz olduğunu sanıyoruz uyanırken.  Hiç mi anneannenizi Almanya’da getirdiği uçan kaykayınızı aradığınız olmadı uyandığınızda. 
Uyku bozuklukları çeşit çeşit ver her yaşta görülebiliyorlar.  Uyku apnesi, huzursuz bacak sendromu, çene sıkma, diş gıcırtatma... Yapılması gereken durumla gereğince başa çıkmaya çalışmak.  Eğer uyku felci ya da halk adıyla karabasan durumunu sıkça yaşıyorsanız ve hayatınızı etkiliyorsa belki de profesyonellerden yardım almak gerek.  Uyku kliniklerine gidilebilir mesela.  Benim durumum biraz farklı. 
En son uyku felci episodumda, durumu kendi lehime kullanmak geldi aklıma.  Gençliğimde onlarca deneme yapıp tam olarak astral seyahati başaramadığımdan belki de bu istemsiz yarı uyanıklık işime yarar diye düşündüm. Nitekim öyle oldu.  Uyandım, ışığa uzandım ancak ışık açılmadı. Sonra elime koluma dokundum ve kolumda az önceki rüyamda oraya taktığım lastiği hissettim. İşte o an uyanık olmadığımı anladım.  Bir kaç kez uyanmayı denedim, her seferinde lastik kolumda durmaya devam ettiğinden uyanmadığımı anladım.  Peki dedim kendi kendime, vücudun uykuda, bilincin uyanık. Hadi birşeyler yap. Yatağımdan kalktım, kapının içinden geçtim, apartmana çıktım,yükseldim bir kaç kat, fakat uzun süredir yapmayı denemediğim birşey olduğu için korktum ve yatağıma geri düştüm. Uyandım... Gerçekten uyandım bu sefer....

16 Ekim 2012 Salı

SIÇRA!!

Kendini TuTma
Bir bakacaksın anlamıŞsın...

Anlamaya hazır olmadıĞı ŞEYLE karşılaşmaz insan.
Sevmeye HAZIR olmadığı insaNla da...
O yüzden karşındakine BAKman gerekecek bir süre...

KİMİLERİ için UZUN SÜRE
KİMİLERİ İÇİN kısa SÜRE

SIÇRA
Çünkü tam zamanı.
Üzerinde SAĞLAM durduğunu SANDIĞIN zemin oynuyor.
SIÇRA
Çünkü BAŞKA çaren yok.
SENİ, durduğun YERDE kabul edenlerin zihinleri KARIŞTI.
Çünkü BU senin durduğun yer DEĞİL ASLINDA.
Sadece ZİYARETÇİSİN.
Sadece GEÇİCİ.
Daha FAZLA DURamazsın.
SIÇRaman gerek.

Hani RÜYANDAKİ gibi.
SIÇRA

Bu sıÇRayış TAM sana göre!!!!